Sosyal Politika Yazıları 1

BİR BİLİM DALI OLARAK SOSYAL POLİTİKA

heinrichriehl
Wilhelm Heinrich Riehl

Bugün gelinen noktada özünde insan olan her türlü sorunla ilgilenmeye çalışan bir bilim dalı haline gelen sosyal politika, siyasal bir seçim olarak kabul edilmekle birlikte; insan hakları, eşitlik ve demokrasi üçgeninde toplumu bir arada tutma ve bütünleştirme görevini icra eden bir fonksiyona sahiptir. Literatürde sosyal siyaset, sosyal ekonomi, toplumsal politika, çalışma ekonomisi, endüstri ilişkileri, refah politikası vb. farklı adlarla ifade edildiği görülen kavramı ilk defa 19. yüzyılın ikinci yarısında Almanya’da Prof. Wilhelm Heinrich Riehl kullanmıştır. Fakat 1873’lerde Alman Sosyal Siyaset Derneği’nin kurulması ve iktisat biliminin akademik bir disiplin haline gelmesine kadar olan dönemde devletin o devrin burjuva toplumu karşısındaki faaliyetlerini gösterme ve toplumdaki ilişkileri yansıtma işlevi görmüştür. Dolayısıyla sosyal politika, ortaya atıldığı 1850 yıllarından 1880’lere kadar bir mücadele ya da program ve parolayı ifade eder bir yapıya sahiptir.

Konunun geniş bir alana yayılması ve bir bilim dalı haline gelmesi ise, 1911 yılında Otto v. Zwiedineck-Südenhorst’un yazdığı “Sosyal Politika” adlı eserle birlikte gerçekleşmiştir. Kavramın Türkiye’de ilk kullanılışı, 1917 yılında Ziya Gökalp’ın başında bulunduğu “İktisadiyat” mecmuasında olurken, terimin Türk terminolojisine girişi ise 1933-1934 yıllarında gerçekleştirilen Üniversite Reformu ile ülkemize gelen Alman profesörler ve özellikle de Prof. Dr. Gerhard Kessler aracılığıyla olmuştur.

Esasen sosyal politikanın tarihsel gelişiminin iki önemli kriter eşliğinde değerlendirilmesi daha doğru görülmektedir. Bunlardan bir tanesi modern tarihin bakış açısına göre sosyal refah hizmetlerinin gelişimi, diğeri ise hayırseverlik ekseninde sosyal refah hizmetlerinin gelişimi. Sosyal politikanın modern bir bilim dalı olarak gelişiminde sanayi devriminin ortaya çıkardığı yaşamsal döngünün kriter olarak alındığı toplumların tüm kesimleri tarafından kabul edilen bir gerçek. Ancak, pek çok hizmetin medeniyetlerin başlangıcından beri sağlandığı da bir başka gerçek. Çünkü tüm toplumlarda, yetimler, körler, özürlüler, yoksullar, akli dengeleri bozuk olanlar ve hastalar gibi kendi kendine bakamayan, ihtiyaçlarını gideremeyen bireyler bulunmaktadır. Dolayısıyla toplumdan topluma düzeyi değişmekle birlikte, sosyal politikaların temelinde hümanist ve hayırsever duyguların yattığı bir gerçektir. Bu duygular, II. Dünya Savaşı’ndan sonra sosyal refah devletinin tesis edilmesinde temel motivasyonu oluşturan duygulardır. Bugün sosyal politika ve hizmetlerinin tümü, toplumun hümanist ve hayırsever duygularının kurumsallaşmasının bir ürünü ve sonucudur denebilir.

Sosyal politika ve sosyal refah hizmetlerinin karşılanmasında rol alan kurumlar incelendiğinde, tarım toplumunun ilk dönemlerinde başta geleneksel geniş aile olmak üzere, dini kurumlar ve komşuların etkin olduğu görülmektedir. Planlı tarıma geçişle birlikte, özellikle geniş aile, üyelerinin ihtiyacı olan sosyal refah hizmetlerini karşılamaya başlamıştır.

ziya_gokalp
Ziya Gökalp

Avrupa’da Ortaçağda, feodal yapının ortaya çıkmasıyla topraklarında kiracı konumunda bulunan aileler, temel ihtiyaçlarını dahi karşılayamayacak hale düşmüşler ve feodal lordlar insanların ihtiyaçlarını karşılamışlardır. Kasabalarda ise, küçük zanaat sahipleri loncalarda örgütlenmişlerdir. Loncalar, üyeleri için, sınırlı düzeyde de olsa bir takım sosyal refah düzenlemeleri yapmıştır. Her lonca çalışamayacak duruma düşen üyeleri ve ölen üyenin ailesi için bir tür sosyal güvenlik planına sahiptir.

war

Ortaçağ Avrupa’sında kıtlık, savaş, salgın hastalıklar ve kimi bölgelerde feodal yapının bozulması nedeniyle korunmaya muhtaç insan sayısının çok büyük miktarlara ulaşması, ilk defa devletin doğrudan müdahalesini beraberinde getirmiştir. Çünkü, daha önceki dönemde etkin olan dini kurumların ve ailelerin, kendi kendine bakamayan çok sayıdaki insanın ihtiyaçlarını karşılayabilmesi mümkün değildi. Bu amaçla, İngiltere’de 1300’lü yılların ortalarından 1800’lü yılların ortalarına kadar bir dizi Yoksulluk Yasası çıkartılmıştır. Bu yasalardan en önemlisi I. Kraliçe Elizabeth tarafından 1601 yılında yapılmış olup, İngiltere ile Amerika’daki sosyal refah politikalarının biçimlenmesinde önemli etkiler yapmıştır. Endüstri Devrimine kadar sosyal politika ve sosyal refah hizmetlerinin sağlanması büyük ölçüde informal tarzda ve dini kurumlar, aileler, mesleki birlikler ve gönüllü organizasyonlar tarafından sağlanmaya çalışılmıştır. Zaten, bu dönemlerde insanların genel yaşam koşulları, ihtiyaç ve beklentileri çok yüksek olmadığı gibi, çok az sayıdaki kişi dışında toplumun en üst ve an alt kesimi arasındaki gelir ve yaşam farkı da çok büyük değildi.

Hiç kuşkusuz ki sosyal politikadaki asıl gelişme endüstrileşme ile birlikte ortaya çıkmıştır. Çünkü endüstri devrimi ekonomik ve sosyal hayatta büyük değişiklikler yapmış, mevcut sosyal yapıları derinden etkilemiş ve yeni sosyal sınıf ve tabakaların doğmasına, üretim ve çalışma ilişkilerinin yeniden şekillenmesine yol açmıştır. Bu minvalde, sosyal politika, 18. yüzyılın son çeyreğinde İngiltere’de başlayıp, oradan dalga dalga önce Batı Avrupa’yı ve daha sonra da Amerika ve pek çok coğrafyayı etkisi altına alan Sanayi Devrimi’nin yarattığı büyük zenginliğe karşılık, bu zenginliği yaratan ancak yeterli pay alamayan işçi sınıfının içine düştüğü derin sefaletin sonucunda doğmuştur. Sosyal politika, özü itibariyle liberal sanayi kapitalizminin ortaya çıkardığı olumsuzlukları devrim niteliğinde bir eylemle yıkmaktan ziyade, özellikle işçi sınıfı açısından meydana getirdiği sıkıntıları ve sorunları bertaraf etmek amacıyla ortaya çıkmıştır. Toplumsal düzenin tabii bir düzen olmayıp, insanlar tarafından oluşturulduğu fikri genel kabul görmeye başladığı andan itibaren; daha adil, daha yaşanabilir, daha sürdürülebilir bir düzenin esaslarının araştırılması ve politikalar oluşturulmasına yönelik çabaların bir ürünü olan sosyal politikanın nihai hedefi, toplumda refah ve huzurun bir arada sağlanmasıdır.

Toplumda refah ve huzurun sağlanması kendiliğinden gerçekleşmediğinden bazı araçların ve politikaların oluşturulması zorunludur. Huzur olmadan, refahın tek başına gerçekleştirilmesi; insanı, amaç olmaktan çıkarıp, araç haline getirme anlamı taşımaktadır. Bir toplumda tüm insanları zorla çalıştırarak ve onların asgari ihtiyaçlarını karşılayarak büyük bir sermaye birikimi sağlamak, büyük bir üretim gücüne ulaşmak mümkün olabilir. Hatta bu üretim gücü ortaya büyük bir zenginlik çıkarabilir. Tek başına refahın gerçekleşmesi iktisadın hedefi olabilir. Ancak her ne pahasına olursa olsun, büyüme sosyal politikanın tek başına güttüğü bir hedef değildir. Durgunluğu ve sosyal hoşnutsuzluğun aksini ifade eden huzur, her şeyden önce manevi bir kavramdır. Bu yönüyle sosyal politika bir taraftan yüksek insanlık ideallerini gerçekleştirmeye çalışırken; öte yandan da bu ideale ulaşmadaki külfetlerin ve sonunda elde edilen nimetlerin toplum içinde adil dağılımını sağlayarak tüm kesimler arasında uzlaşmanın yollarını aramaktadır.

İşçi ve işveren sınıfı arasındaki sıkıntıları ortadan kaldırma yahut en aza indirme amacıyla ortaya çıktığı bilinen sosyal politika bilimi, zaman içerisinde sosyal eşitlik ve sosyal adalet temelli bir politikaya dönüştüğü gibi, yeni yükselen toplumsal hareketlerle de değişime uğramaya devam etmektedir. Günümüzde sosyal devletten ve sosyal politikadan beklentiler kuşkusuz ki farklılaşıyor. Geçmişte geniş yığınların benzer ihtiyaçları yerine, şimdi farklılaşmış ihtiyaçları karşılamaya yönelik istemler söz konusu. Gençlerin eğitim ihtiyaçları farklılaşmakta, eğitim ve çalışma hayatı arasındaki ilişkiler değişmektedir; yaşlı nüfus arttıkça sağlık sorunları arttığı gibi, bakımlarını sağlamak için ayrı bir düzenleme gerekmektedir. Kadınlar, bir yandan kadın-erkek eşitliğinin sağlanmasını isterlerken, öte yandan çalışma saatlerinin düzenlenmesinden çocuk bakımına kadar uzanan birçok ihtiyaçlarının karşılanmasını beklemektedirler. Özürlüler yalnız bırakılmak değil, toplum yaşamına katılmak istediklerini söylemektedirler. Daha bunun gibi sayılabilecek birçok farklı istem ve beklenti var; sosyal politika uygulamalarının da, henüz her ülkede ve yeterli düzeyde olmasa da, bu beklentilere yanıt aramaya yöneldiği bir gerçek.

Genel olarak refahın devlet, piyasa ve aile gibi üç kaynağı olduğu düşünülürse, günümüzde kaynaklar arasında devletin payının azalması, buna karşın özellikle piyasa payının artırılması istenmektedir. Böylece, bireyin temelde piyasadaki konumu ve gücüne göre elde edeceği refah asıl olacaktır. Bu refah düzeyinin çok yetersiz olduğu durumlarda da aile desteğine veya sivil toplum kuruluşlarından sağlanacak yardıma sığınılacaktır. Gerek küresel ve gerekse de toplumsal düzeyde yükselen neoliberal politikalar nedeniyle, refah devleti yahut uygulanan sosyal politika uygulamalarının da farklı bir eksene doğru kaymaya başladığını söylemek yanlış olmayacaktır.