Cumhuriyet Tarihinde Sanayileşme ve İktisat Politikaları -1-

  1. 1923-1959 Dönemi

Osmanlı Devleti’nden Genç Türkiye Cumhuriyeti’ne kalan mirasın nitelik ve nicelik açısından oldukça yetersiz olduğunu söyleme gerekliliği had safhadadır. Çünkü, bir takım Islahat çabalarına rağmen Osmanlı Devleti, Batı hegemonyasındaki kapitalist sermaye birikimini asla sağlayamamış; temel üretim paradigmasının tarım olduğu ve bununla birlikte şehirlerde Ahilik teşkilatının ve zanaatkarların temel hüküm sürdüğü bir iktisadi yapıya sahip olmuştur. Bir taraftan Batılı ülkeleri yakalamaktan uzak tarım toplumu özellikleri sergilemesi ama bundan daha vahim olmak üzere, tarımsal faaliyetlerdeki geri kalmışlığı ile topraklarının verimlilik açısından homojen olmaması Osmanlı Devletinden Türkiye Cumhuriyeti’ne dönüşümü oldukça zor bir miras bırakılmasını zorunlu kılıyordu. Bu mirası Korkut Boratav, dünya ekonomisi için hammadde ihracatçılığı, sınai ürün ithalatçılığı, yoğun dış borç ve Duyun-u Umumiye İdaresi ile birlikte sürekli imtiyazların verildiği kırılgan ve zayıf bir iktisadi yapı olarak belirtmiştir.

İmparatorluktan Cumhuriyete devredilen devlet fabrikalarının sadece dört tane olması, ekonominin ve maliyenin tamamen yabancı ülkelerin kontrolünde olması, özellikle Kurtuluş Savaşı sırasında, harp sanayi dışındaki tüm sektörlerin daha da gerilemesi, yabancıların denetimindeki ekonominin halıcılık ve dokumacılıkta dahi yok olmaya yüz tutması ve bunların gerisinde kalan sektörlerin ise tamamen yabancıların elinde bulunması ve topyekün olarak değerlendirildiğinde genelde dış ticaretin ve büyük kentlerde de iç ticaretin önemli ölçüde yabancıların himayesinde bulunması gibi pek çok faktör iktisadi anlamda ne denli zor yılların yaşanacağının bir anlamda habercisiydi. Nüfusun %75’inin tarımda çalışıyor olması ve gerçekleştirilen tarımsal faaliyetlerin ilkel metotlarla ve pazarlama faaliyetlerinden yoksun olarak yapılması da İmparatorluğun uzun yıllar süren toprak gücünün yeni gelişmeler karşısındaki yetersizliğini ortaya koyuyordu.

Cumhuriyetin kuruluşundan önceki 10 yıllık savaş dönemi, iktisadi üretimi yok denebilecek boyutlara geriletmiş, enflasyonu yukarılara tırmandırmış ama bunlardan daha da önemli olmak üzere, iyi eğitim görmüş insan gücünün önemli bir kısmının kaybedilmesine neden olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti’nin, Osmanlı İmparatorluğu’ndan 129 milyon TL dış borç devraldığı ve bununla birlikte 1923 yılı itibariyle toplam GSMH’sinin 952 milyon TL, fert başına düşen GSMH’sinin 45 dolar, ithalatının 87 milyon dolar, ihracatının 51 milyon dolar ve dolayısıyla dış ticaret açığının da 36 milyon dolar olduğu anlaşılmaktadır. Bütün bu olumsuzluklara ilaveten, potansiyel olarak kullanılmayı bekleyen nüfusa kıyasla büyük bir toprak ve yeraltı kaynakları ile Osmanlı Devleti’nden devralınan oldukça güçlü bir bürokratik gelenek de miras kalmıştır. Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucuları ve seçkinleri, Cumhuriyetin ilk yıllarında özellikle bu bürokratik yapıyı değiştirmeyi yani bir diğer anlamıyla devlet desteğiyle bir girişimci sınıf yaratmayı kendilerine hedef tayin etmişlerdir.

Ekonomik başarılarla desteklenmeyen askeri ve siyasi zaferlerin bir ülkenin geleceği için yetersiz olduğunu savunan Cumhuriyetin kurucu önderi Mustafa Kemal, henüz Cumhuriyet ilan edilmemişken verdiği talimatla İzmir’de tüm toplum kesimlerinin temsilcilerinin katıldığı “Türkiye İktisat Kongresi”ni toplamıştır. 17 Şubat 1923 tarihinde yapmış olduğu konuşmada söylediği sözlerle adeta milli ekonomi politikalarının temelini atmıştır:

“Bir milletin doğrudan doğruya hayatı ile ilgili olan en önemli faktör o milletin iktisadiyatıdır. Tarihin ve tecrübenin belirlediği bir gerçek, bizim milli hayatımızda ve milli tarihimizde de tamamen görülmektedir. Gerçekten Türk tarihi incelenirse, yükseliş ve çöküş nedenlerinin iktisat sorunlarından başka bir şey olmadığı derhal anlaşılır. Yeni Türkiyemizi layık olduğu uygarlık seviyesine ulaştırabilmek için, iktisadımıza birinci derecede ve çok önem vermek zorundayız. Zamanımız tamamen bir iktisat devrinden başka bir şey değildir. İktisadiyat demek herşey demektir. Yaşamak için, mesud olmak için ne lazımsa bunların tamamı demektir. Tarım demektir, ticaret demektir, say (hizmet) demektir, herşey demektir. Milletimiz burada elde ettiği büyük zaferlerden daha önemli bir görev peşindedir. O zaferin kazanılması milletimizin iktisat alanındaki başarılarıyla mümkün olacaktır. Hiçbir uygar devlet yoktur ki, ordu ve donanmasından önce iktisadını düşünmüş olmasın. Tam bağımsızlık demek; elbette siyasal, maliye, iktisat, adalet, askerlik, kültür gibi her alanda bağımsızlık ve tam özgürlük demektir. Bugünkü savaşlarımızın gayesi tam bağımsızlıktır. Bağımsızlığın tamlığı ise ancak mali bağımsızlıkla mümkündür”.

Cumhuriyet tarihinin ilk liberal dönemi olarak da adlandırılan 1923-1929 döneminde ekonomik yapı ve kurumlar, İzmir İktisat Kongresi’nde alınan kararlar doğrultusunda oluşturulmaya çalışılmıştır. Bu kararlar genel olarak analize tabi tutulursa, bir yandan ithal ikameci bir sanayileşme hedefinin güdüldüğü; öte yandan da liberal bir düşünce ile iktisadi sistemin şekillendirilmek istendiği görülür. Buna göre genel eğilim, özel girişimin desteklenmesi ve kalkınmanın özel sektör eliyle sağlanmasıdır. Cumhuriyetin kurulduğu yıllardaki ekonomik darboğaz ve Lozan Anlaşması’nın gümrüklerle ilgili hükümleri de, devletin serbest piyasa koşullarında özel girişim aracılığıyla sanayileşme politikası izlemesi ve milli burjuvazinin ekonominin kontrolünü ele almasını sağlayacak ılımlı bir koruma politikası takip etmesini gerekli kılmıştır. 1924 yılında kurulan İş Bankası, 1925 yılında kurulan Sanayi ve Maadin Bankası ile 1927 yılındaki Teşvik-i Sanayi Kanunu, ulusal girişimciliği özendiren önemli kurumsal ve yasal teşvikler iken; Aşar Vergisi’nin kaldırılması gibi gelişmeler de kapitalist bir süreç için gerekli olan mülkiyet rejimine işaret etmekteydi. Ayrıca devletin de özel girişimcinin gücünün yetmediği veya karlı bulmadığı alanlarda açıkları kapatması düşünülmüştür.

1923-1929 yılları arasında devlet her ne kadar özel sektörün gelişimi için önemli kararlara imza atmış olsa da, özel teşebbüs kendisinden beklenen performansı sergileyememiştir. Bunun en önemli nedenleri arasında; Osmanlı döneminde Batılılara tanınan kapitülasyonların Lozan Anlaşması gereğince 1929 yılına kadar devam etmiş olması ve 1929 yılında dünyada patlak veren büyük buhran bulunmaktadır. Bütün bu olumsuzluklara rağmen, 1923 yılında 952 milyon TL olan GSMH’nin 1929 yılında 2 073 milyon TL’ye; fert başına düşen milli gelirin de 45 dolardan 74 dolara ulaştığı görülmektedir.

Bütün dünya ekonomilerini olduğu gibi Türkiye’yi de oldukça olumsuz etkileyen 1929 Büyük Buhranı 1923’ten beri uygulanmaya çalışılan liberalizm anlayışının da değişmesine neden olmuştur. Dünyanın ve Türkiye’nin o günkü şartları göz önünde tutulduğunda, alınacak olan en doğru kararın devlet müdahalesi olduğu düşünülmüş ve 1930 yılından itibaren ekonomide devletin ağırlığının giderek arttığı ve devletçiliğin gereği olan yasaların ve kuralların kabul edilmeye başlandığı yıllar başlamıştır. Karma ekonomik model olarak da adlandırılan bu modele geçişi zorunlu kılan faktörleri İstiklal Yaşar Vural, özel sektöre dayalı sanayileşmenin başarısızlığı, 1929 Dünya ekonomik krizinin varlığı ve dış konjonktürün değişmesine bağlamaktadır.

İktisadi politika yörüngesinde meydana gelen bu değişikliğin bankacılık sistemini de etkilemesi sonucu, devlet bankaları art arda kurulmaya başlamıştır. Esasen bu dönem, “devlet bankalarının kuruluşu ile sanayi planları ve korumacı –devletçi iktisat politikaları arasındaki organik bağın en güçlü olduğu” dönemlerin başında gelmektedir. 1931 yılında Merkez Bankası’nın açılması ve ulusal ekonominin korunmasının kolaylaştırılmasını takiben 1933 yılında Sümerbank, 1935’te Etibank ve 1938’de de Halk Bankası kurulmuş ve devletçiliğin taşıyıcı ve sürükleyici özelliği ön plana çıkarılmıştır. Devletçilik uygulamasının en güçlü yürütücü organizasyonlarından biri de hiç kuşku yok ki, 1932’de hazırlanan ve 1934-1939 yıllarını kapsayan Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı’dır. Türkiye ekonomisinin gelişiminde sanayi sektörüne lokomotif görevi veren Plan, tüm ekonomi yerine, sanayi sektörünün gelişimine öncelik ve önem veren bir yapıya sahiptir. Dolayısıyla Plan’ın esas stratejisi de, devletçi sanayileşme öngörüsünde, temel tüketim mallarının ülke sınırları içerisinde üretilmesine önem ve öncelik veren ithal ikameci sanayileşme politikasını yürütmek idi.

Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı’nın başarılı kabul edilebilecek bir şekilde yürütülmesi, henüz plan uygulamada iken 1936 tarihinde İkinci Beş Yıllık Sanayi Planı’nın hazırlıklarının başlamasına neden olmuşsa da 1938’deki savaş rüzgarlarının etkisiyle uygulanamamıştır. Birinci Plan’ın doğal bir uzantısı olarak kabul edilen ancak ilk Plan’ın aksine ara ve yatırım mallarının üretimine ve ağır sanayiye geçmeye öncelik veren İkinci Beş Yıllık Sanayi Planı, elektrifikasyon, madencilik ve limanlar gibi altyapısal gelişmeleri de dikkate almaktaydı. Her iki Plan’ın da dönemin iktisadi bakış açısını yansıttığı görülmüştür. Bu doğrultuda, büyük sermaye ve gelişmiş teknoloji gerektiren sanayi alanlarında özel sektör ve sermayeye yer ayırmadıkları ancak, bunların plan harici sahalarda faaliyet göstermelerinin de tamamen serbest olduğu bir yapının oluşumunu teşvik ettikleri görülmektedir. “Yapmak ve yaptırmak” ilkesine dayandığı görülen devletçi ekonomi politikalarının özellikle yaptırmak kısmında özel teşebbüs ve sermayenin bulunduğu söylenmelidir. 1938 yılına gelindiğinde, GSMH’nin 1 895 milyon TL’ye düştüğü ve kişi başına düşen GSMH’nin 88 dolara yükseldiği görülmektedir.

Harp Ekonomisi olarak da adlandırılan 1938-1945 dönemi, İktisadi Savunma Planı çerçevesinde şekillenmiştir. Buna göre, nüfusun büyük bir bölümü silahaltına alınmış ve devlet bütçesi giderek artan oranlarda savunma harcamalarına ayrılmaya başlamıştır. İç tüketimin önemli oranda artış göstermesi ve bununla birlikte savaş yıllarında yaygın hale gelen mal kıtlığı yüzünden karaborsa yoluyla haksız kazanç elde edenlerin sayısında ciddi artışlar görülmüştür. Döneme genel olarak bakıldığında, temel ve ara mallarının dağıtımında devletin birincil derecede sorumlu olduğu, resmi olarak özel ticarete bırakılan alanların ise Milli Korunma Kanunu’nun öngördüğü polisiye tedbirleri ve fiyat kontrolleri ile denetim altına alındığı söylenebilir.

Güçlü devletçilikten kopuş sürecini ve yeni arayışları temsil eden 1946-1959 dönemi, Türk siyasi ve iktisadi hayatı açısından büyük önem taşımaktadır. Bu dönemde, bir yandan Türkiye’nin demokratikleşmesi açısından dönüm noktası taşıyan çok partili hayata geçiş yaşanmış; öte yandan da Batıya entegrasyon noktasında önemli adımlar atılmaya başlanmıştır.

7 Ocak 1946 tarihinde kurulan Demokrat Parti, 1950 yılında tek başına iktidara gelmiş ve böylece ekonomide kalkınmanın özel sektöre dayanması gerektiğine inanan liberal politikalara tekrardan geri dönüş yaşanmıştır. 1947 tarihli Kalkınma Planı (Vaner Planı), ithal ikamesi yerine ihracatı; sanayi yerine tarımı ve kamu kesimi yerine özel kesimi tercih ve teşvik etmiş ve bu durum 1958 İstikrar Kararlarının yürürlüğe girmesine kadar devam etmiştir. İkinci Dünya Savaşı’nın son bulmasıyla Batıyla olan ekonomik ve politik ilişkiler gelişmiş ve Türkiye Batılı ülkelerin önerilerine uygun olarak ekonomi politikaları uygulamaya çalışmıştır.

Bu dönemde izlenen politikalarla tarımda büyük bir genişleme yaşanmış ve bu olumlu gelişme dış ticarete de yansımıştır. Avrupa ile savaş yıllarında büyük gerileme gösteren ticari ilişkiler tekrardan hızla yükselmeye başlamıştır. Dışa açıklık, tarımsal üretimin genişlemesi ve ihracı yoluyla sanayileşmenin sağlanmaya çalışılması ile Batı merkezli küresel bir ekonomik kimlik yaratma çabalarının iktisadi argümanlarını Gülten Kazgan; ithalatın yüksek oranda libere edilmesi, Maliye Bakanlığının özel girişimin dışarıdan sağladığı uzan vadeli borçlara kefil olması, Türkiye Sınai Kalkınma Bankası’nın özel girişime düşük faizli, projeye bağlı döviz kredisi vermesi, 1954’te Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanununun yürürlüğe girmesi ve kar transferlerinin önündeki engellerin kaldırılması, 1954’te çıkarılan Petrol Kanunu ile sadece devletin elinde bulunan petrol arama yetkisinin ve 1957’de yapılan bir değişikle rafineri kurma hakkının yabancı sermaye sahiplerine verilmesi, devlete ait bazı fabrikaların satışa çıkarılması olarak sıralamıştır..

Her ne kadar ekonominin yukarıdaki argümanlar eşliğinde serbest piyasa mekanizmasına dayandırılması hedef alınmış olsa da, Türkiye Cumhuriyeti’nin bu mekanizmanın işletilmesindeki deneyimsizliği, istenilen hedeflere uygun makro politikaların geliştirilmesini engellemiştir. Daha açık bir ifadeyle; Türkiye’de ilgili dönemde bu mekanizmayı güçlü bir şekilde işletecek iktisat bilgisinin, tecrübesinin ve kurumlarının olduğunu söyleyebilmek çok zordur. Bu tecrübesizlik çerçevesinde arzu edilen finansman modelleri oluşturulamamış, üretimde aksamalar meydana gelmiş, fiyat istikrarı bozulmuş ve kamu iktisadi teşekküllerinin etkin bir şekilde özelleştirilmesi sağlanamamıştır. Geçmiş dönemde kamu iktisadi teşekküllerinin önemli alanlarda faaliyet göstermiş olması ve yıllardan beri yerleşik devletçilik prensiplerinden kolayca vazgeçilememesi serbest piyasa modelinin etkin bir şekilde işlemesini engellemiştir. Bütün bu olumsuzluklara rağmen, 1959 yılı itibariyle GSMH’nin 43 670 milyona yükseldiği görülmektedir. GSMH’den tarımın aldığı pay %37,3; sanayinin aldığı pay %18,1 ve hizmetler sektörünün aldığı pay ise %44,6 olarak gerçekleşmiştir.