Cumhuriyet Tarihinde Sanayileşme ve İktisat Politikaları -3-

1980 Sonrası Dönem

Neoliberal politikaların ekonominin merkezine oturtulmasının kararı anlamına gelen meşhur 24 Ocak 1980 kararlarının, temel hedefleri arasında; ekonomik istikrarın sağlanarak ekonomiyi dışa açmak, içeride fiyat mekanizmasının çalışmasını hakim kılmak, dışarıda rekabet gücünün artırılmasını sağlamak için serbest kur politikası ve bunu destekleyecek diğer dış ticaret tedbirlerine başvurmak bulunmaktadır. Bu çerçevede 24 Ocak 1980 kararları sonrasında Türkiye ekonomisinde önemli politika değişiklikleri gerçekleştiğini söylemek gerekmektedir.

Düşük kur, düşük KİT fiyatları ve gümrük uygulamaları ile desteklenen ithal ikameci sanayileşme politikaları terkedilmiş yerine dışa dönük, ihracata dayalı ve ekonominin serbest rekabet kuralları içerisinde çalışmasını sağlayacak bir politika tercihi yapılmıştır. Esasen bu hareketin üç önemli amacının olduğu söylenebilir. Bunlar; enflasyonun aşağıya çekilmesi, piyasa ekonomisi harekete geçirmek ve ekonomiyi dışa açarak döviz gelirlerini artırmaktadır. Yapılan bu tercih, aynı zamanda IMF ve Dünya Bankası’nın gelişmekte olan ülkeler için mecbur kıldığı bir politika yörüngesine işaret etmektedir.

24 Ocak 1980 Kararlarına ilaveten Türkiye’nin Avrupa Topluluğu ile Gümrük Birliğini gerçekleştirme konusundaki tercihi ihracatı teşvik eden politikaların daha da güçlenmesini sağlamıştır. Buna göre 1977’den itibaren durgunluk yaşayan Türkiye ekonomisi yeniden canlanma dönemine girmiş ve 1980 yılında -%2,8 olan ekonomik büyüme performansını Körfez krizinin patlak verdiği 1990 yılı da dahil olmak üzere ortalama %5,26’ya çekmiştir. Ancak bu on yıllık zaman dilimi içerisinde dış borç stoğu da 11 milyar 374 milyon dolardan, 49 milyar 35 milyon dolara tırmanmıştır. Türkiye ekonomisinin 90’lı yılların başına kadar olan genişleme süreci, küresel çapta meydana gelen iki önemli olayla tekrardan sıkıntıya girmiştir. Bu olaylardan birincisi, İran-Irak savaşının sona ermesi iken diğeri ise 1990 Körfez Krizi’dir. Bu iki önemli gelişme sonrasında Türkiye için önemli olan iki pazar kaybolmuştur. Bu iki önemli gelişmeye ilaveten, küresel ekonomide de bir daralma yaşanmış ve bütün bunların sonucunda ihracatlar önemli oranda azalma trendine girmiştir.

1994 krizi Türkiye açısından bir bankacılık krizi olarak da kabul görmektedir. Çünkü, 1980 İstikrar Programı’ndan sonra hızla artan kamu kesimi açıklarının devletin iç ve dış borçlanma yoluyla ve Merkez Bankası kaynaklarıyla kapatılmaya çalışılması sonucu döviz rezervleri önemli oranda erimiş ve 1990’lı yıllarda uygulanan Para Programı da bütçe açıklarının ticari bankalardan finanse edilmesi yolunu açmıştır. Türk iktisat tarihinin en kötü krizlerinden biri olarak kabul edilen 1994 krizi, 5 Nisan Kararları olarak anılan önlem paketinin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Söz konusu kararlar, yapısal olarak hem ortodoks ne de heterodoks program özellikleri taşımakta idi.

Sıkı maliye ve para politikaları programın ortodoks özelliklerini yansıtırken; ücret artışlarının bütçe ödenekleri ile sınırlı tutulması ve KİT ürünlerinin fiyatlarının önce artırılıp sonra 6 ay sabit tutulması gibi özellikler de hetedodoks yanını ortaya koymaktadır. Programın kısa vadeli hedefleri, bozulan dış dengenin düzeltilmesi ve döviz piyasasında istikrarın yeniden sağlanması; orta vadeli hedefleri, kamu açıklarını azaltmak ve enflasyonu hızlı biçimde düşürmek ve nihayet uzun vadeli hedefleri ise, ihracatı özendirecek tedbirler almak, özelleştirmeyi hızlandırmak ve sürdürülebilir büyümeyi mümkün kılmak olarak gösterilebilir. Bu dönemde reel ücretlerin düşürülmesi ile sosyal hoşnutsuzların oluşması ve dönemin koalisyon hükümetinin bozularak genel seçimlere gidilmesi gibi önemli sorunlar, 5 Nisan kararlarının özellikle orta ve uzun vadeli hedeflerine ulaşamamasının en önemli nedenleri arasında görülmektedir.

5 Nisan kararlarındaki başarısızlıklar, Türkiye ekonomisindeki sorunları çözmek bir yana, birçok yeni ve kalıcı sorunun da ortaya çıkmasına vesile olmuştur. Böylece Türkiye, 2000’li yıllara doğru istikrarsızlığa sürüklenmiş makro dengeleri ile hem bankacılık hem de reel üretim kesimlerinde rantiyer tipi bir yapıya bürünmüş; spekülatif birikim anlayışı yükselmiş ve kısa dönemli finansal yatırımlar, uzun dönemli reel sabit yatırımlarına göre önem kazanmıştır. Hiç kuşkusuz bu durum, gelir dağılımının daha da bozulmasına ve moral değerlerin yitirilmesine neden olmuştur. Bütün bu olumsuzluklar, 1999 Niyet Mektubu ile belirginleşen ve 2002 yılının sonuna kadar geçerli olacak 3 yıllık bir enflasyonu düşürme programına geçişi zorunlu kılmıştır.

Programın en önemli özelliğinin, şeffaf ve önceden ilan edilmiş döviz kuru rejiminin uygulanması olduğunu söylemek mümkündür. Ayrıca, uzun zamandır yaşanan yüksek enflasyonun göz önünde bulundurulması ve bunun paralelinde enflasyonun bir anda tek haneli rakamlara çekilmesinden ziyade, üç yıllık bir program sistematiği ile çekilebileceğinin daha gerçekçi olarak kabul edilmesi oldukça önemlidir. Ancak bu tercih, liberal ekonomiye ve küresel dinamiklere uyum sağlamaya çalışan Türkiye ekonomisi açısından oldukça büyük tersliklerin yaşanması sonucunu doğurmuştur. Çünkü, Türkiye ekonomisi, belki de liberalizmin en fazla dışsallık göstereceği bir uygulamayı yani “kurların henüz başlangıçta sabit hale getirilmesini” bünyesinde içselleştirememiştir.

Esasen alınan kararlar sonucunda hükümetin önceden tespit etmiş olduğu paritelere uygun bir döviz piyasasının yaratıldığını söylemek mümkündür. Ancak bu oluşum, Merkez Bankası’nın kur üzerindeki müdahalelerinin azaltılması, iç varlıklarına sınır konulması ve emisyon hacminde bir genişlemeye müsaade etmemesi pahasına yapıldığından ötürü, 2000 Kasımına gelindiğinde yeni bir ekonomik kriz ile karşılaşılmasına neden olmuştur. Merkez Bankası’nın elinden alınan fonksiyoneller, onun TL’nin aşırı değerlemesine karşı herhangi bir müdahalede bulunabilmesinin önünü kesmiştir. Bu olumsuz gidişata ek olarak banka mevduatlarına devlet garantisinin sürdürülmesi ve yeterince denetlenmemesi, kamu bankalarının görev zararları, cari işlemler açığının kritik sınırın üzerinde seyretmesi ve ekonomide sürdürülebilir bir istikrar ortamının sağlanamamasından ötürü Kasım 2000 krizine bir de Şubat 2001 krizi eklenmiştir. Bu krizler, yürürlükte olan programın en önemli özelliği olarak görülen sabit kur uygulamasından henüz birinci yılın sonunda vazgeçilmesine ve yeni bir stand-by anlaşması yolunu gidilmeksizin, mevcut stand-by anlaşmasına bağlı kalınarak 2000-2004 dönemini kapsamak üzere “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı” adı verilen yeni bir programa start verilmesine neden olmuştur.

Koalisyon hükümetinin uygulamaya koyduğu Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı, siyasi kaotik durumun sonucunda tek başına iktidara gelen Adalet ve Kalkınma Partisi tarafından da devam ettirilmiştir. Programın temel amaçlarını; döviz kuru rejiminin terkedilmesiyle ortaya çıkan güven bunalımı ve istikrarsızlığın süratle ortadan kaldırılması ve bu amaçla yeni ve çağdaş kurumsal yapıların oluşturulması, iktisadi etkinliği sağlayacak yapısal reformların gerçekleştirilmesi, enflasyonla mücadelede makro ekonomik politikaların etkin bir şekilde kullanımının sağlanması, sürdürülebilir büyüme ortamının temin edilmesi ve kişiler ve bölgeler arasındaki gelir dağılımındaki adaletsizliğin azaltılması olarak gösterebilmek mümkündür. Programın dış ticarete ilişkin öngörülerinde ise, büyüme hızındaki düşüş ve iç talebin daralmasıyla birlikte ithalatın azalacağı ve rekabet gücünde sağlanan iyileşmeyle birlikte ihracatta olumlu gelişmeler meydana geleceği ve dolayısıyla da cari işlemler açığında dengenin sağlanacağı bulunmaktadır.

16 Kasım 2002’de hükümet tarafından uygulamaya konulan Acil Eylem Planı da sahip olduğu hedefler açısından Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı ile büyük bir paralellik taşımaktadır. Hedefinde doğrudan yabancı sermaye yatırımların özendirilmesi bulunan Acil Eylem Planı, serbest piyasa koşullarının etkinliğinin artırılması, etkin bir rekabet ortamının yaratılmasının önündeki engellerin kaldırılması, kamuda etkinliğin artırılması için özelleştirme politikalarına ağırlık verilmesi gibi öngörülere dayanmakta idi.

2003-2007 yılları arasında izlenen ekonomi politikalarının liberal konjonktürde olduğunu, doğrudan yabancı sermayeyi teşvik eden ve özelleştirme eğilimlerine ağırlık veren bir profil sergilediğini ve popülist politikalardan uzak durulmaya çalışıldığını söylemek mümkündür. Bu durum, 2002 sonrası dönemde hem özelleştirme hem de yerli işletmelerin yabancılara satılması yahut ortaklık oluşturulması yoluyla ülkeye önemli miktarda yabancı sermaye yatırımlarının yapıldığını söylemek mümkündür. Ancak bu süreç, kamunun dış borç stokunu artırdığı gibi, izlenen düşük kur politikası nedeniyle özel kesimi de dış kredilere yöneltmiştir. Bu ivme, 2002 sonrası izlenen yüksek faiz-düşük kur politikası ile birlikte iyiden iyiye hızlanmıştır.

Bütün bu gelişmelerin sonucunda Türkiye ekonomisi 2000’li yılların başlarından itibaren önemli ekonomik büyüme rakamlarına ulaşmış, enflasyon oranını tek hanede tutmuş, özellikle özelleştirme uygulamaları ve doğrudan yabancı sermaye girişi ile birlikte gelirlerini önemli ölçüde artırmıştır.

Ancak, bu olumlu görüntünün arkasındaki sıkıntıların da gözden kaçırılmaması gerekmektedir. Elde edilen ekonomik büyümenin bir türlü istenilen düzeyde istihdam yaratamaması ve dolayısıyla işsizlik oranlarında %10 bandında genel bir seyir izlenmesi; yoksulluğu azaltıcı performansını ve bu çerçevede oluşturulması gereken politikaları (mikro finansman kredileri hariç) bir türlü istenilen düzeye çekememesi, dış borçlanma temposunun oldukça yüksek seyirlerde takip etmesi bunlardan bazılarıdır.

2007’de sallanmaya başlayan ABD finans sektörü 2008 yılında eşine az rastlanır bir küresel finansal krizin oluşumuna neden olmuştur. Türev piyasalar adı verilen ve yeni bir değer yaratmadan fiyatları şişirmek yoluyla daha önceden kredilendirilmiş değerleri ikinci yahut üçüncü defa değerlendirilmesi sonucu ortaya çıkan küresel finans krizi, gelişmiş ve gelişmekte olan tüm ekonomileri ciddi oranda etkilemiştir. Özellikle Batı Avrupa coğrafyasının bu finans krizinden önemli oranda olumsuz etkilendiği söylenmelidir. Bu kriz Türkiye açısından finansal bir krizden ziyade reel sektörü önemli oranda olumsuz etkileyen bir kriz olarak tarihe geçmiştir. Çünkü, Türkiye 2001 krizinden sonra finans sektörüne yönelik olarak yapılan düzenlemelerle, bankaların sermaye, kredi ve mevduat yapıları sağlamlaştırılmıştır. Ayrıca sıcak para girişinin 2008 yılı itibariyle 108 milyar dolara ulaşmış olması finans sektörünün gücünün zayıflamasına engel olmuştur.

2007’de sallanmaya başlayan ABD finans sektörü 2008 yılında eşine az rastlanır bir küresel finansal krizin oluşumuna neden olmuştur. Türev piyasalar adı verilen ve yeni bir değer yaratmadan fiyatları şişirmek yoluyla daha önceden kredilendirilmiş değerleri ikinci yahut üçüncü defa değerlendirilmesi sonucu ortaya çıkan küresel finans krizi, gelişmiş ve gelişmekte olan tüm ekonomileri ciddi oranda etkilemiştir. Özellikle Batı Avrupa coğrafyasının bu finans krizinden önemli oranda olumsuz etkilendiği söylenmelidir. Bu kriz Türkiye açısından finansal bir krizden ziyade reel sektörü önemli oranda olumsuz etkileyen bir kriz olarak tarihe geçmiştir. Çünkü, Türkiye 2001 krizinden sonra finans sektörüne yönelik olarak yapılan düzenlemelerle, bankaların sermaye, kredi ve mevduat yapıları sağlamlaştırılmıştır. Ayrıca sıcak para girişinin 2008 yılı itibariyle 108 milyar dolara ulaşmış olması finans sektörünün gücünün zayıflamasına engel olmuştur.

Ancak kriz ve krizi takip eden yıllarda reel sektörün önemli oranda etkilendiği de söylenmelidir. İç ve dış talebin azalmasının paralelinde üretim hızla düşmüş ve ciddi miktarda işçinin işsiz kalması sonucuyla karşılaşılmıştır. Dış ticaret hacmi artmakla birlikte ticari ve cari açık rakamları da çok yükselmiştir. Bir anlamda Türkiye ekonomisindeki büyüme, ihracata dayalı değil; ithalata dayalı hale gelmiştir.