Türkiye’de “Üniversiteye” Bakış Açısı: Entelektüel Bilgi Birikiminin Artırıldığı Yer mi Yoksa İş Dünyasına Açılan Kapı mı?

Bir eğitim öğretim yılını daha geride bıraktık ve bir yenisinin eşiğine geldik. Lise serüveninde sona gelen gençler, her sene tekrarlandığı gibi “Üniversiteli Olma Sınavı”na (bu seneki adı YKS) girdiler ve sınavda o güne değin ektiklerini biçmek için ellerinden geleni yaptılar. Puanlar açıklandı ve kimi çok sevinçli, kimi tam istediğini alamamış bir şekilde tercih dönemine vardılar. Evet, önemli bir karar aşamasındalar; evet, verecekleri karar, hayatlarının en kritik dönemeçlerinden biri olabilir. Ancak, bunu “tamam mı devam mı” modeliyle algılamamaları gerekir. Tabi ki Üniversite mezunu olmak çok değerli ve önemlidir. Hatta günümüzde çoğu zaman lisans eğitimi dahi yetersiz kalmakta ve lisansüstü eğitime olan ilgi her geçen gün artmaktadır. Buraya kadar hiçbir sorun yok.

Türkiye’de ebeveynlerin ve öğrencilerin Üniversite/Fakülte/Bölüm/Program tercihinde bulunurken en fazla önemsedikleri kriter, şüphesiz ki hangi Üniversitenin hangi bölümünden mezun olunursa daha kolay iş bulunabileceğidir. Bir yere kadar kabul de edilebilir. Özellikle Türkiye açısından durum anlaşılabilir olarak değerlendirilebilir. Böyle bir bakış açısıyla değerlendirilmesinin temel sebebi, Türk eğitim sisteminin ilk, orta ve lise düzeylerinde karşılaşılan yetersizlikler ve sorunlardır. Ayrıca iş dünyası ile eğitim kurumları arasındaki kopukluk ve piyasanın karar aşamasında yaşadığı belirsizlikler, bu durumu daha da tetiklemektedir. Dolayısıyla “Üniversite”nin, varoluş nedeninin dışında bir bakış açısıyla değerlendirildiği bir ülkede yaşadığımızı kabul etmeliyiz.

Peki Üniversite ne demektir?

Üniversite kelimesi, Latincede bütün, hep, hepsi anlamlarına gelen Universitas’tan; Fransızca’da ise toplum bütününe açık, bütün bilgilerin öğretildiği kurum manasına gelen Université’den dilimize geçmiştir. Osmanlıca’da “külliye” (küll – bütün, genel) ve Arapça’da “cami” (toplayan, içeren) kelimeleri ile anlam benzerliği içeren Üniversite kelimesi, Latincedeki Universium (evren, bütün), Universal (genel), Universas (topluca) kelimelerinin türevi olarak da görülebilir. Günümüzde en fazla kabul gören görüşe göre Üniversite, gerçekleri arayan, bilim üreten, bilim yayan, en üst düzeyde araştırma ve eğitimin yapıldığı, içerisinde fakülte, yüksekokul, enstitü ve araştırma merkezlerini barındıran; ödüllendirme, derecelendirme ve diploma verme yetkisine sahip olan kurumlardır. 2547 Sayılı Yükseköğretim Kanunun “Tanımlar” başlığını taşıyan 3. maddesinde de benzer bir şekilde Üniversite, “bilimsel özerkliğe ve kamu tüzel kişiliğine sahip yüksek düzeyde eğitim-öğretim, bilimsel araştırma, yayın ve danışmanlık yapan; fakülte, enstitü, yüksekokul ve benzeri kuruluş ve birimlerden oluşan bir yükseköğretim kurumudur” şeklinde tanımlanmaktadır.

Üniversite kelimesinin sadece epistemolojisine bile baksak, asıl görevinin piyasaya eleman yetiştirmek olmadığını rahatlıkla anlayabiliriz. Üniversiteler, topyekün olarak değerlendirildiğinde sadece mesleki eğitimin verildiği yerler değildir. Üniversite dediğimiz kurum, entelektüel bilgi birikiminin artırıldığı yerdir; daha doğrusu öyle olmalıdır. Bu anlamda Üniversite eğitimi almak isteyenlerin esas amacının da, öğrenim görmek istedikleri bilim alanında (disiplinde) katma değer yaratmak ve düşünce/fikir/bilim/ürün/hizmet üretmeye odaklanmak olmalıdır. Peki iş dünyası Üniversitelerden hiç mi yararlanmayacaktır? Şüphesiz ki yararlanmalı ve hatta bugün ülkemizde olduğundan çok daha fazlasıyla. Ancak, bunun için Türkiye’de bugün olduğundan çok daha güçlü bir ortaöğretim, mesleki eğitim ve halk arasında iki yıllık okul diye bilinen yüksekokul sistemlerine ihtiyaç var. Bu saydığım eğitim kurumları yeterince güçlü olmadığından ötürü halkımız, Üniversiteyi varoluş nedeninin dışında bir misyonla tercih etmekte ve buna göre beklentilerini şekillendirmektedir.

Dünyanın iyi işlediği kabul edilen eğitim sistemlerine -Finlandiya, Almanya, Güney Kore ve hatta son zamanlarda bu ülkelere Çin’i de ekleyebiliriz – bakıldığında aralarında önemli farklılıklar bulunmakla birlikte ortak noktalarının orta öğretim (ortaokul, lise, meslek lisesi vb.) ve yüksekokul (ön lisans) düzeylerine çok fazla önem vermeleri; bu düzeyleri piyasa ile güçlü bir şekilde ilişkilendirmeleri ve dolayısıyla piyasanın talep edeceği işgücünü profilini geliştirmek için müfredat oluşturmaları olduğu görülür.

Türkiye’de “meslek sahibi olmak” olgusu, daha çok “bir işte çalışıp, karşılığında ücret elde etmek” fiiliyle özdeşleştirildiğinden Üniversitelere düşen rol de “piyasaya uygun eleman yetiştirmek” olma durumunda kalmaktadır. Bu darboğazda Üniversiteler nasıl bir misyonla hareket etmelidir? İşin gerçeğine odaklanacak olursak, Türk eğitim sisteminin ortaöğretim ve ön lisans düzeyi arzu edilen hale gelinceye kadar Yükseköğretimin ana misyonunun (entelektüel bilgi birikiminin artırılması, bilim yapılması) yanına ek bir misyonla yani “piyasaya uygun işgücü yetiştirme” güdümüyle hareket etmesi gerekiyor. Çünkü şu anda “mesleki gelişim ve yönlendirme” konusunda hala yeterince kurumsallaşamamış ve gelişim ivmesi içerisinde olan bir ülke konumundayız. Bu pencereden bakıldığında, Türkiye’de Üniversitelerin yükünün Batılı Üniversitelere göre çok daha ağır olduğunu anlayabilmek mümkün. O yüzden Üniversite yönetimleri ve öğretim elemanları önümüzdeki dönemlerde de eleştirilere hazır olmalıdır. Madem Üniversitelere böyle ağır bir yük ihdas edilmiş durumda; o zaman yapılması gereken şey, kesinlikle yetkinlikler üzerine odaklanmak olmalı. Yetkinlik ne mi demek? O da bir sonraki yazının konusunu oluşturacak.

Tüm öğrenci adaylarının hayallerinin gerçekleşmesi dileklerimle…