Sosyal Politika Yazıları 4

SOSYAL POLİTİKANIN GELECEĞİNE İLİŞKİN SÖYLEMLER

Refah devletinin 1970’lerden itibaren tıkanması, geleceğe yönelik olarak yeni arayışların ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Refah devletinin gelecekte nasıl bir şekil alacağına dair yapılan değerlendirmeler ve tartışmalar, bir nevi herkesin ideolojik yaklaşımına göre farklılıklar göstermektedir. Bazı görüş sahiplerinin ayaklarının yerden tamamen kesik olduğu görülmektedir. Yani, yelpazenin bir ucunda anarşizme kadar uzanan ve devletin gelecekte yok olacağını veya minimum bir hale geleceğini iddia edenler varken, diğer ucunda da geleceğin devlet biçiminin, II. Dünya Savaşı sonrası görülen refah devletlerinden bile daha fonksiyonel olacağını ileri sürenler bulunmaktadır. Diğer yandan, daha ölçülü ve olası öngörüler ise şu şekilde özetlenebilir.

Kabaca ifade etmek gerekirse, sağ görüşe sahip olan kişiler, refah devletinin geleceğini pek de parlak görmemekte, artık bu türden cömert bir devlet anlayışının yeni döneme uygunluk gösteremeyeceğini, dolayısıyla neo–liberal ilkeler doğrultusunda değişmek zorunda olduğunu ileri sürmektedir. Bunlara göre, refah devletinin geçirmekte olduğu değişim ve dönüşüm sürecini şu şekilde değerlendirmek daha gerçekçi olacaktır. Nasıl ki 19. yüzyılın sonunda ortaya çıkan Sanayi Devrimi, dünyayı o güne kadar hiç olmadık bir biçimde değiştirdiyse ve ortaya tamamen farklı bir üretim süreci, çalışma ilişkileri, sosyo–ekonomik yapı vb.’nin çıkmasına yol açmışsa ve refah devleti bu Sanayi Çağı’nın bir devlet modeli olarak ortaya çıkmışsa; 20. yüzyılın son çeyreğinden itibaren yeni bir çağa (Bilgi Çağı) girilmesi de, elbette ki kendine uygun bir üretim ve çalışma koşullarına yol açacak, sosyo–ekonomik yaşamı yeni koşullara göre yeniden şekillendirecek ve dolayısıyla eski çağın bir ürünü olan refah devleti modelini de değiştirerek farklı bir devlet modelinin ortaya çıkmasına zemin hazırlayabilecektir. Dolayısıyla bunlar, küreselleşmenin, refah devletlerini zayıflatmakta ve yok etmekte olduğunu, yakın bir gelecekte, asıl tartışma konusunun, refah devletini devam ettirmek veya ettirmemek noktasında değil, bunun yerine ne çeşit bir uygulamaya yönelme gereği hususunda olacağını ifade etmektedir. Onlara göre, ulusal refah devletlerinin sosyal politika fonksiyonları, zamanla küresel düzeyde oluşturulacak ulus–üstü kuruluşlarca yerine getirilmelidir.

Walter printing press (antique engraving)

“Nasıl ki 19. yüzyılın sonunda ortaya çıkan Sanayi Devrimi, dünyayı o güne kadar hiç olmadık bir biçimde değiştirdiyse…”

Sosyal politikanın ve refah devletinin geleceğine dair bu tür görüşler, önceki yüzyılda ulus–devletlerin himayesinde gelişen sosyal korumanın, ulus–devletlerin zayıflaması nedeniyle uluslararası düzeyde ele alınmaya başlanacağı yönündedir. Bu nedenle, gelecek dönemde sosyal koruma, “Uluslararası Sosyal Politika” veya “Uluslararası Refah Devleti” olarak adlandırılabilecek ulus–üstü (supranasyonel) bir boyut tarafından sağlanmaya başlayacaktır.

Zaten, küreselleşmenin etkisini artırmasıyla birlikte, sosyal standartların korunması için ulus–ötesi (transnasyonel) bir sosyal politikanın oluşturulması yönünde birtakım çabalar da ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla, bu görüş sahiplerine göre yapılması gereken şey, ulus–ötesi düzeyde sosyal standartlar tesis etmek ve korumak için harekete geçmek, bu yönde oluşmaya başlayan cılız gayretleri takviye etmek, desteklemektir.

teamwork concept, business team working together

Yeni – Sağ olarak adlandırılan bu görüşe sahip çıkanlarda fonksiyonel bir bakış açısıyla sosyal politikanın üniversiteler, medya, hükümetler, okullar, Ar-Ge yatırımlarını yürüten fonlar, özel araştırma ve anket kuruluşları, Avrupa Birliği ve Dünya Bankası gibi içinde sermayenin ağırlıklı olarak temsil edildiği örgütler tarafından üretildiği görüşü hakimdir. Bu minvalde güvenceli esneklik, sosyal koruma, sosyal dışlanma, sosyal diyalog, sosyal dayanışma ve yoksulluğu azaltma stratejileri ve sosyal güvenlik ağları egemen söylemin başlıcalarını oluşturmaktadır. Bu egemen söylem içerisinde sosyal politika alanı kapitalizmin içinden geçmekte olduğu süreçle ilişkilendirilmektedir. Kapitalizmin içinden geçmekte olduğu süreç ise, ekonomik ve siyasal süreçler üzerinde duranlar tarafından post-fordizm, esnek kapitalizm, örgütsüz kapitalizm; kültürel değişimler üzerinde duranlar tarafından post-modernizm ve teknolojik dönüşüm; toplumsal dönüşümün temel bileşeni olarak merkeze alanlar tarafından ise ağ toplumu, küresel köy, sanayi sonrası toplum, üçüncü dalga ve bilgi toplumu veya enformasyon toplumu olarak adlandırılmaktadır.

Yeni – Sağ görüşüne sahip çıkanların sosyal politika anlayışı içerisindeki tematik söylemleri sıralanacak olunursa; bilginin artan gücü ve sınırsız dolaşma kapasitesi, işçi deyiminden ziyade sosyal sermayesi yüksek, vasıflı ve beyaz yakalı çalışanlar olarak tanımlanan yeni sınıf tezi, çalışmanın değişen doğası ve otomasyon, insan kaynakları yönetiminin ağır basan yapısı, serbest piyasanın evrensel gerekliliklerine uygun yönelimli ve tektipleşmeye yakın reform çalışmalarından bahsetmek gerekecektir.

Yelpazenin sol tarafında bulunanlar ise, refah devletinin değişen koşullar altında gerçekten bir çıkmaz içine girdiğini görmekte, ancak, yine de bu durumun geçici olduğuna, birtakım reform ve yeniden yapılanma çalışmaları sonucunda, refah devletinin tekrar fonksiyonel ve işlevsel hale gelebileceğine inanmaktadır. Zaten, refah devletleri çeyrek yüzyıldır içinde bulundukları değişim sürecinde, değişen koşullara nasıl uyum sağlayabileceklerini öğrenmiş, bu konuda yeni stratejiler geliştirmiş, dolayısıyla değişen koşullara uyum kapasitesini artırmıştır.

Bunlardan bazılarına göre, küreselleşme ve neo–liberalizmin günümüze kadar olan seyrine bakıldığında, küresel ekonominin bu şekilde gidemeyeceği, değişmek zorunda olduğu, bu değişimin en kısa zamanda gerçekleşeceği görülecektir. Değişimin yönü ise, katılımcı demokrasinin ve refah devletinin yeniden güçlenmesine doğru ve neo–keynezyen iktisat politikalarının kabulü yönünde olacaktır. Neo–liberal politikalar başarısız olduğu için, yakın bir zamanda neo–keynezyen politikaların uygulanması gerekli olacak, güçlü refah devletine yeniden gereksinim duyulacaktır.

Yeni Sol söylem olarak da adlandırılabilecek bu bakış açısı, düzene doğrudan saldırmadan, düzenin rasyonalitesi içerisinden makul sayılabilecek öneriler getirmek maksadına odaklanmıştır. Kapitalist üretim ilişkilerinin yeniden üretiminin “zor durumda bulunanlar” adına daha uygun boyutunu aramaktadır. Yeni Sol söylem, bir yandan bilgi üretimini Dünya Bankası ve Avrupa Birliği gibi Yeni Sağ örgütlerinin katkılarıyla yapmakta ve egemen söylemin tüm kavramsal setini kabul etmekte iken öte yandan da, vergilerle finanse edilen bir sosyal politika alanı ve vatandaşlık düzeyinde eşitlik üzerinde durmaktadır. Bu noktada vatandaşlık geliri ve temel gelir gibi önerileri gündeme getirmekte, bunu yaparken de hakim iktisat politikalarını sorgulamak yerine önerilerini bu politikalar çerçevesinde gerçekleştirmenin yollarını aramaktadır. Dolayısıyla Yeni Sol söylem, kendi içinde ve kendi başına, aslında kapitalizmden ziyade, kapitalizmin belirli politika ve uygulamalarına karşı çıkmaktadır.

Yeni – Sol paradigma, egemen paradigmanın politika önerileri ile sıklıkla örtüşse ve çok farklı noktalara gidemese de yukarıda da bahsedildiği üzere iki noktada farklılaşmaktadır. Bunlardan ilki, piyasa güçlerinden ziyade vergilerle finanse edilen bir sosyal politika alanı, ikincisi ise sosyal politika alanında vatandaşlık düzeyinde eşitlik. Bu minvalde Yeni – Sol söylem, ilk olarak vergilerle finanse edilen sosyal politika düzenlemelerinin öneminin altını çizmektedir. İkinci olarak, vatandaşlık düzeyinde eşitlik noktasında vatandaşlık geliri veya temel gelir gündeme gelmektedir. Vatandaşlık geliri, toplumun tüm fertlerine, çalışma hayatındaki konumlarından bağımsız olarak yapılacak düzenli nakit transferlerini içeren bir sosyal politika uygulaması olarak tanımlanabilir. Buna göre toplumda yaşayan herkese en zengininden en fakirine kadar verilen gelir olan vatandaşlık geliri, bir bakış açısına göre Dünya Bankasının öne çıkardığı nakit gelir desteği uygulamalarının radikal bir versiyonuna benzemektedir. Vatandaşlık gelirini savunun Yeni – Sol söylemin en çok üstünde durduğu nokta ise, yoksullukla mücadelede emek piyasasını değil sosyal hakları ön plana çıkarmasıdır.  Yani emek merkezli bir bakış açısıyla, vatandaşlık geliri, insanı işgücü olarak gören ve onu istihdama iten bir yaklaşımdan farklı olarak insanı insan olarak gören bir yaklaşımın izlerini taşıdığını iddia etmektedir.

Yeni Sağ ve Yeni Sol söylemlerinden başka sosyal politikanın geleceği şekillendirilirken üzerinde özellikle durulması gereken bir diğer bakış açısı “Sosyal Demokrat” söylem olarak adlandırılmaktadır. Sosyal demokrat söylem, sosyal politika anlayışını yurttaşların sosyal hakları ve müdahaleci devlet yaklaşımı üzerine kurmaktadır. Bir anlamda geleneksel sosyal politika anlayışının tezahürü olan bu bakış açısının egemen söylemleri içerisinde sosyal politikanın bilindik argümanları yer almaktadır. Buna göre, sosyal güvenlik, işçi sendikaları ve toplum sözleşme düzeni, emeği koruyucu/güçlendirici iş yasaları, sosyal yardımlar, asgari ücret, kamusal sağlık, eğitim, konut ve ulaştırma hizmetleridir. Hemen fark edileceği üzere bu alanlar aynı zamanda refah devletinin temel özelliklerine de gönderme yapmaktadır. Bu görüşü savunanların Yeni – Sağ ve Yeni – Sol un sahip oldukları çözüm argümanlarından tatmin olmadıkları bilinmektedir. Onlara göre, 21. Yüzyıl sosyal politikası daha güçlü ve müdahaleci devlet ve güçlü sendika hareketi üzerine yükselecektir.

Bütün bu bakış açılarının kendilerine ait haklı ya da haksız yanları bulunabilir. Ancak bir de görünen yüzün iyice analiz edilmesi gerekmektedir. Bugün görünen o dur ki, çok hızlı büyüyen refah devletlerinin gerçekten de genel olarak bir bunalım içerisinde oldukları söylenebilir. Ancak, bu genelleme, her ülke ve her refah rejimi için aynı derecede doğru değildir. Bazı gelişmiş ülkelerde, refah devleti daha fazla sorgulanır ve küçültülmesi yönünde daha çok önlem alınır iken, bazılarında ise, küreselleşme süreci ile birlikte devletin geleceğine yönelik bir kuşku oluşsa da, bu endişenin refah devleti fonksiyonlarında dikkate değer bir değişimi beraberinde getirmediği gözlenmektedir.

Devlet, yine de her ülkede hâlâ sosyal refah politikalarının en büyük üreticisi ve uygulayıcısıdır. Refah devletleri ve sosyal koruma sistemleri, neredeyse tüm ülkelerde güçlü bir şekilde ayakta durmaktadır. Bunalım, çok konuşulduğu gibi, devletleri sosyal standartlarda ve hizmetlerde minimuma doğru bir yarışa itmemiş, sanıldığı gibi refah devleti kimliğinin altını oymamıştır.

Yukarıda belirtilen ve kamu sosyal harcamalarının kısılmasını hedefleyen reformlar sonucunda, gerçekten de özellikle 1990’lı yıllardan itibaren sosyal harcamalarda bir düşme görülmeye başlanmıştır. Ancak, bu düşme, genel olarak çok da önemsenecek bir düzeyde gerçekleşmezken, her ülkede de aynı düzeyde olmamış, bazı ülkelerde tersi bir şekilde, düşük de olsa sosyal harcamalardaki yükselme seyrinin devam ettiği, refah devleti harcamalarının azaltılması biryana, görece olarak arttığı gözlenmiştir.

Diğer bir ifadeyle, refah devletinin karşı karşıya kaldığı krizlere ve birçok refah programında görülen kesintilere ve neo–liberal politikalara rağmen, 1990’lı yılların sonuna gelindiğinde dahi, harcamaları mümkün olduğunca kısma isteği bir türlü gerçekleştirilememiş, aksine bazı ülkelerde artmaya devam etmiştir. Bunun bazı nedenleri vardır. Ancak, harcamalardaki artışın devam etmesinin nedeni, cömert refah devleti anlayışının sürdürülmesi değildir. Nedenlerin başında, bir kısmı yukarıda açıklanan, birçok gelişmiş ülkede yüksek oranlı işsizliğin bir türlü düşürülememesi, demografik değişimler sonucu nüfusun yaşlanması, yalnız yaşayan annelerin artışı, artan sosyal refah hizmetleri, vatandaşların daha iyi kamu hizmeti beklentisi vb. gibi maliyetleri artırıcı hususlar gelmektedir.

Yaşanan son gelişmeler doğrultusunda, gelecekte refah devletinin rolünün ne olacağı, refah devletinin ne yönde gelişeceğini önceden sezinlemek de pek mümkün gözükmemektedir. Ancak, konu ile ilgili birçok kişinin beklentisi, refah devletlerinin gelecekte de varlıklarını sürdürmeye devam edecekleri yönündedir. Ancak bu, refah devletlerinin geçmişteki gibi aynı yapıyı sürdüreceği anlamına da gelmemektedir. Küreselleşmenin doğurduğu yeni koşullara uygun birtakım dönüşümler sözkonusu olabilir. Fakat, bu dönüşüm yine refah devletinin etrafında gerçekleşecektir. Yoksa, refah devletlerinin zayıfladığı, onların yerini küresel düzeyde sosyal politika kurumlarının almak üzere olduğu iddiası, çok da gerçekçi gözükmemektedir.

Acaba, genelde gelişmiş sanayi ülkeleri için söz konusu olan yukarıdaki bilgiler ve değerlendirmeler, Türkiye ve onun gibi gelişmekte olan ülkeler söz konusu olduğunda da geçerli olmakta mıdır? Refah devletinin geri çekilmesinden söz edilirken, bu durumun Batı’lı gelişmiş ülkeler için söz konusu olduğu, gelişmemiş veya gelişmekte olan ülkelerin zaten refah devleti kuracak olanaklara sahip olamadığı, ancak hiç olmazsa Türkiye, Hindistan gibi bir kısım gelişmekte olan ülke için refah devletinin daima bir “hedef” olarak gündemde kaldığı ve demokrasinin vazgeçilmez bir tamamlayıcısı olarak düşünüldüğü görülmektedir.

Türkiye, refah devleti açısından bir incelemeye tabi tutulduğunda, gelişmiş Batı’lı ülkelerle kıyaslandığında, çok zayıf bir refah devleti varlığının söz konusu olduğu, refah devletinin etkinliği açısından bakıldığında tam anlamıyla bir refah devleti olamadığı görülmektedir. Bunun nedeni, Türkiye’nin, kendisi gibi geç sanayileşmiş ülkelerde olduğu gibi, oldukça gelişmiş bir sosyal güvenlik sistemine sahip olmasına rağmen, sosyal güvenliğin diğer ayakları olan sosyal yardım ve sosyal refah hizmetlerine gereken önemi henüz istenilen düzeyde verememesidir.

Türkiye’de hükümetlerin genelde kısıtlı kaynaklarına paralel olarak bir refah politikası izlediği görülmektedir. Türkiye’deki sosyo–ekonomik politikalara genel olarak bakıldığında, bunları şu şekilde özetlemek mümkün olmaktadır: Ekonomik kalkınma ve refah devleti açısından dengeli bir politika izlendiği, ne ekonomik kalkınmadan ne de refah devletinden vazgeçildiği; ekonomik kalkınmanın gerekli olduğu, hatta daha güçlü bir refah devleti için bunun şart olduğu, fakat bunu gerçekleştirirken de refah devletinin gereklerinden de taviz verilemeyeceğinin ve refah devletinin zayıflatılmayacağının vurgulandığı görülmektedir.