Cumhuriyet Tarihinde Sanayileşme ve İktisat Politikaları -2-

1960-1980 Dönemi

27 Mayıs 1960 tarihi, Demokrat Parti ile Cumhuriyet Halk Partisi arasındaki siyasi gerilimin asker müdahalesi ile sonlandırılması anlamına geliyordu. Bu darbe, Türk siyasetinde ve ona bağlı olan tüm sosyal ve ekonomik konularda yeni bir dönemin başlangıcına işaret etmekteydi. Esasen 1960-1980 dönemi, ekonomi politikalarının ağırlıklı olarak askeri yönetimlerce onaylandığı bir zaman dilimini temsil etmektedir. Bu dönemde ekonomi politikalarında kökten değişikliklere gidilmiş; ithal ikameci politikalar çerçevesinde adeta bir Plan ekonomisine geçiş yaşanmıştır. Bu çerçevede 1980 yılına kadar göreli olarak kapalı bir iktisadi model uygulanmaya çalışılmış ancak dış dalgalanmaların yarattığı krizlere veya ekonomik sorunlara da uzak kalınamamıştır.

Bu gelişmelerin yanında, 1961 Anayasasının “sosyal devlet” anlayışı ruhuna sahip olması ve planlamayı bir kurum olarak benimsemesi üzerine yine 1961 yılında çıkarılan bir yasa ile Devlet Planlama Teşkilatı kurulmuş ve kalkınma planlarını hazırlamak ve yürütmek ile görevlendirilmiştir. Ancak bu Planların daha önceki Planlardan önemli bir farkı bulunmaktadır. Bu planlar, sadece iktisadi ve sanayi alanlarını değil; toplumun ekonomik, sosyal ve kültürel gelişmelerinin tamamını içeren toplumsal ve genel planlar mahiyetinde idi. “Planlı Karma Ekonomi” adı da verilen bu dönemde ilk kez 1962 yılında bir yıllık kalkınma programı hazırlanmış ve uygulamaya konulmuştur. 1963 yılından itibaren de beşer yıllık kalkınma planları hazırlanmaya başlamıştır. Planların temel özelliği ise, kamu sektörü için emredici, özel sektör içinse yönlendirici ve yol gösterici olmasıdır. Temelde ekonomik yapı değişikliğini esas alan Planlar, ekonomik yapının tarımdan sanayiye doğru kaymasını hedeflemektedir.

Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı (1963-1967)’nın daha çok sosyal içerikli olduğu ve kırsal kesimin kalkınmasına öncelik verdiği görülmektedir. Bununla birlikte, dayanıklı tüketim mallarının ithal ikamesi amaçlanmış; ara ve yatırım mallarının ithal ikamesini kamu sektörü sağlamıştır. İkinci Beş Yıllık Kalkınma Planı (1968-1972), sanayileşmeye daha büyük önem vermiş ve ithal ikamesi yoluyla sanayi malının yerli üretimine önem atfetmiştir. Ancak, bu üretimin maliyeti, fiyatı, rekabet şansı, kalitesi ve uzun dönemde gelişmeye etkisi açısından herhangi bir değerlendirme yapmamıştır. Esasen ilk iki planda tam anlamıyla ithal ikameci bir politikanın izlendiği rahatlıkla söylenebilir.

Üçüncü Beş Yıllık Kalkınma Planı (1973-1977) özel sektörün dayanıklı tüketim mallarında yoğunlaştığı ve dolayısıyla kamu ile özel sektör arasında doğal bir işbirliğinin başladığı yılları temsil etmiştir. Her ne kadar Dördüncü Beş Yıllık Kalkınma Planı (1979-1983)’nda sınai mal ihracatına önem verilmiş olsa da, sanayileşmede önemli bir strateji değişikliğine yol açmadığı açık bir şekilde görülmektedir. İlk üç Kalkınma Planı’nın sonucunda sanayi sektörünü GSMH’den aldığı payın önemli miktarda artış gösterdiği görülmektedir. Buna göre, Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı’nın başlangıç yılı olan 1963 yılında sanayinin payı %17,1 iken; Üçüncü Beş Yıllık Kalkınma Planı’nın son yılı olan 1978’de bu oran %21,7’ye çıkmıştır.

1960-1980 döneminde içe dönük sanayileşme politikalarının izlenmesi, sadece ulusal gelişmelerle ifade edilemeyecek boyutlara da sahiptir. Çünkü bu dönem, II. Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan ve Batı Avrupalı devletler tarafından “Altın Çağ” olarak adlandırılan 1945-1975 dönemine de denk gelmektedir. Refah devleti anlayışının tüm çağdaş toplumlarda merkez konumda bulunması ve iktisadi anlayışta Keynesyen Politikaların hüküm sürmesi, kuşkusuz Türkiye’yi de etkilemiştir.

Keynesyen İktisat Politikalarının temelinde bulunan devletin ekonomiye müdahale eğilimi, özellikle reel ekonomik büyüklükler üzerinden olmaktadır. Her ne kadar 1960’lar, ithal ikameci sanayileşme politikalarının temel hedefleri doğrultusunda başarılı olarak kabul edilebilecek ve bütün sektörlerde önemli denebilecek gelişmeleri barındıran yıllar olsa da, ekonominin özellikle dış borçlar üzerinden yapılandırılmasından kaynaklı nedenlerle 1970’lerin başından itibaren sallantıya girilmesine neden olmuştur. Buna göre ekonomiyi canlı tutma isteği ve bu uğurda dış kaynak kullanımına dayalı olarak yapılan harcamalar, kamu finansman açıklarıyla son bulmuştur. Ülkemizde 1960-1980 yılları arasında uygulanan korumacı politikalar zaman zaman tıkanmış ve bu tıkanıklıkların aşılması ve ihracatın artırılması için devalüasyonlara gidilmiştir. Bütün bu olumsuzluklara rağmen, 1961 yılında 5 milyar 480 milyon dolar olan GSMH’nin 1979 yılı itibariyle 81 milyar 696 milyona ulaştığı görülmektedir. Dolayısıyla sözü edilen dönemde ekonominin yıllık olarak %5,5 civarında büyüdüğü söylenebilir. Ancak aynı olumlu ifadelere enflasyon oranlarında rastlanılmamaktadır. Gerçekten de, 1961 yılında %1,6 olan enflasyon oranı, 1970 yılında %8,1’e, 1971 yılında %16,5’e ve 1979 yılında da %56,8’e tırmanmıştır. Dönemin dış ticaret dengesi sürekli olarak açık vermiş ve dış ticaret açığı 1977 yılında Cumhuriyet tarihinin rekor düzeyine ulaşarak 4 milyar 43 milyon dolara ulaşmıştır. Aynı şekilde cari işlemler dengesi de 1973 yılı hariç sürekli olarak açık vermiştir.

Bilindiği üzere, II. Dünya Savaşı’ndan sonra Batı Avrupalı devletler başta olmak üzere tüm dünyada yaşanan genişleme süreci, 1970’lerin ortalarından itibaren yaşanan krizlerle birlikte bir darboğaz sürecine girmiştir. Dolayısıyla bu yıllar, Keynesçi Büyüme döneminin sona erdiğini ve bu krizden çıkış için “Neo-Liberal” olarak adlandırılan yeni bir döneme başlandığının habercisi olmuştur. Kuşkusuz bu dönüşümün altında yatan en önemli nedenlerin başında 1973 ve 1979 yıllarında yaşanan iki petrol krizi gelmektedir. Petrol krizlerinin özellikle Türkiye gibi az gelişmiş ülkeler açısından yarattığı tahribatın önemle incelenmesi gerekmektedir. Gerçekten de, o dönemde dış borçlanma sorunu yaşayan Türkiye ve benzeri ülkelerin neredeyse tamamı petrol ihracatçısı ülkelerin ellerindeki petrodolarları finans kuruluşları aracılığıyla bünyelerine çekmeleri sonucu oluşan uluslararası borç krizi, bir anlamda içe dönük sanayileşme politikalarının da sonu anlamına gelmiştir.

Gelişmiş ülkeler açısından da bakıldığında, verimlilik artışlarının önemli ölçüde azaldığı ve hızla artan petrol fiyatlarının etkisiyle stagflasyonist eğilimlerin şiddetlenmesi sonucu yeni iktisadi politika arayışlarına gidildiği gözlenmektedir. Çünkü, durgunluk ile enflasyonun bir arada yaşandığı bu büyük krizin aşılması noktasında Keynesyen Politikalar oldukça tecrübesiz idi. Bütün bu anlatımlar ışığında 1980 dönüşümünün sadece Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelere özgü olmadığı ve küresel kapitalizmin içerisine girmiş olduğu krizi aşabilmek maksadıyla tüm dünyada uygulamaya konulan neoliberal/muhafazakar politikaların bir ürünü olduğu söylenmelidir.